Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERTAN AYDIN

CHP'nin demokrasi ile imtihanı

CHP iktidar yüzü görmek istiyorsa, tek parti dönemi konjonktürünün dayatmasıyla geliştirilmiş kavramlardan sıyrılarak, rasyonel ve gerçekçi stratejiler geliştirmesi gerekmektedir

12 Haziran milletvekili seçimlerinin AK Parti'nin lehine zaferle sonuçlanmasının hemen ardından CHP kurmaylarının bu zaferi "rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal bağlılığı" şeklinde özetlenebilecek "Stockholm sendromu" ile izah etmeleri esasında klasik CHP zihniyeti bağlamında çok da yadırganacak bir sonuç olmasa gerek. Zira tek parti dönemi CHP demokrasi anlayışı irdelenecek olursa, "yeni" CHP'nin atalarının mirasına bağlı kalma kaygısıyla bu tarz bir formülasyona sarıldıkları söylenebilir. Esasında, CHP kurulduğu günden bu yana demokrasiye yönelik güçlü bir inanç ortaya koymuştur. Halk iradesi, egemenlik, temsil gibi kavramlar baş tacı edilmiş, hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğu tezi sürekli vurgulanmıştır. Lakin CHP'nin asıl sorunu demokrasiye duyduğu inançtan ziyade demokrasiyi algılayış biçiminde yatmaktadır.

'Toplumu demokrasiye hazırlamak'
Tek parti dönemi CHP elitinin en büyük kaygısı dindar ve cahil halkı demokrasiye hazır kılacak ortamın hazırlanmasıydı
. Demokrasi mutlaka geçilmesi ve ulaşılması gereken adeta bir Nirvana'ydı, fakat eldeki sosyal sermaye bu aşamaya hemen geçilmesine olanak vermiyordu. Evvela, toplumu vatandaşlığa terfi ettirecek mekanizmaları devreye sokmak gerekiyordu. Ancak mütekamil vatandaşların yaşayabileceği bir sistemdi demokrasi. Mevcut yapıyla demokrasiye geçmek, toplu intihar anlamına geliyordu. Bu yüzden, demokrasi gelecekte tesis edilmesi gereken bir kavram olarak ele alınmış, fakat mevcut halkın henüz demokrasiye hazır olmadığı gerekçesiyle ertelenebilir bir proje olarak kalması gerektiği vurgulanmıştır. Bu "ideal demokrasi"ye hazırlanışın yegâne enstrümanı olarak da laiklik kavramı öne çıkarılmıştır. Üstelik mevcut dini tahakkümü yıkmak amacıyla laiklik dini bir format içinde vatandaşa empoze edilmeye çalışılmıştır. Bu anlayışa göre, cahil vatandaş "laik ahlak"la ve "çağdaş" yaşam tarzıyla donatılmadıkça demokrasiye geçiş riskli ve tehlikeliydi. Demokrasi ancak bu şekilde güvence altına alınabilirdi. Aksi takdirde, demokrasi her an devrim karşıtlarının elinde rejimi yıkmanın bir aracı haline dönüşme riskini taşımaktaydı.

Demokrasi-laiklik gerilimi

Dahası, laiklik her şeyden önce otoriter bir anlayışla kurgulanarak, kavramın demokrasiyle olan bağı koparılmıştır. Denilebilir ki; tek parti dönemi CHP'sinin laiklik formülasyonu, demokrasinin önünü kesen ve onu hiçbir zaman tam manasıyla mümkün kılamayan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Demokrasi ve laiklik arasındaki bu gerilim, Türkiye'de siyasetin de bir türlü doğru zemine oturtulamamasına yol açmıştır. Zira söz konusu laiklik kavramı, sekülerleşmenin ve demokrasinin tahammül edemeyeceği kadar dinsel ve gerici bir içerikle ele alınmıştır. Bu anlamda "tek parti" anlayışının bile demokrasiye uygun olduğu iddia edilerek, farklı partilerin varlığının milletin iradesini bölmek ve parçalamak anlamına geldiği, bunun da demokrasiyi yok edeceği savunulmuştur.

Toplum-partidevlet birliği

Hatta "Parti" ile "Devlet" birleştirilerek toplumdaki ayrı-gayrılığa son verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. "İnkılapları halkın ruhuna sindirmek gayesiyle" topyekûn bir "cemiyet mühendisliği" yaparak tek partinin de bütünüyle devletin hizmetine girmesi ve onunla kaynaşması gerekiyordu. Bu doğrultuda, 1936 senesinde İçişleri Bakanı CHP Genel Sekreteri olarak atanmış, valiler CHP il başkanı, kaymakamlar da CHP ilçe başkanı yapılmıştır. Toplumu yekpare bir kütleye dönüştürmek amacıyla, Sovyetler Birliği'nde Stalin'in, İtalya'da Mussolini'nin ve Almanya'da Hitler'in kullandığı belli toplumsal dönüşüm mekanizmalarının Türkiye'ye adapte edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bütün bu mekanizmaların demokrasi ideali ile çeliştiğinin farkında olmalarına rağmen dönemin ulusal koşullarının bunları zorunlu kıldığı belirtilmiştir. Çünkü "demokrasi inkılâbın bir neticesi değil, gayesi" olarak ele alınmış, bu gayeye erişmek için her türlü yöntem meşru kabul edilmiştir. 1930'ların radikal ve anti-liberal atmosferi içerisinde şekillenmiş olan bu anlayış, hiç kuşkusuz sahip olduğu otoriter yaklaşımları ile kendi dönemsel bağlamına uygun bir nitelik arz etmektedir.

'Yeni' CHP'nin sınavı
Bu anlayış, 2011 seçimlerine kadar CHP'nin halka yönelik en belirgin bakış açısı olmaya devam etmiştir. Kamuoyunda, Kılıçdaroğlu ve ekibi ile kadro anlamında yenilenen CHP'nin, artık anlayış olarak da yenilendiği ve mutat CHP kodlarından arındığına dair bir kanaat hâkim olmaya başlamıştı. Nitekim seçim sürecinde CHP kurmaylarının neredeyse laiklik kelimesini telaffuz dahi etmemesi bu kanaatin pekişmesine yol açtı. Lakin seçim sonrası umduğunu bulamayan CHP'nin yeniden eski tek parti CHP reflekslerini devreye soktuğuna şahit oluyoruz. "Stockholm sendromu" çıkışı da bu refleksin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Şayet CHP bundan sonra iktidar yüzü görmek istiyorsa, tek parti dönemi konjonktürünün dayatmasıyla geliştirilmiş kavramlardan sıyrılarak daha rasyonel ve gerçekçi stratejiler geliştirmesi gerekmektedir. Türkiye'de din-laiklik-demokrasi geriliminden nemalanarak siyaset yapma dönemi kapanmıştır. Erdoğan'ın Türk siyasi tarihine en büyük katkısı dinlaiklik- demokrasi arasındaki bu gerilimi ortadan kaldırması olmuştur. Laiklik artık dini ve kutsal bir formattan çıkıp toplumdaki tüm farklı dini inançlara eşit mesafede duran bir anlayışa dönüşmüş durumdadır. Tıpkı laiklik gibi, din de bu seçimlerde siyasi bir enstrüman olmaktan çıkmıştır. Bundan sonra, Türkiye'de siyaset daha rasyonel ve gerçekçi zeminlerde, demokratik prosedürlerin ön planda tutulduğu bir atmosfer içinde geçecektir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA